Merhabalar;
Sizlere kılavuzluk etmesi açısından, bu yazımızda Mayıs 2014 tarihindeki İngiltere seyahatimizin en başından, Türkiye’ye geri dönüşümüze kadar olan süreçten ve deneyimlerimizden bahsedeceğiz.
Öncelikle, turistik bir seyahat yapacağımız için İngiltere’de gezip görmek istediğimiz yerleri tek tek haritadan belirledik, çünkü bu doğrultuda bir seyahat planı yapacağımızdan, uçakla hangi havaalanına iniş yapacağımız, nereleri gezdikten sonra hangi havaalanından dönüş yapacağımızı önceden plânlamamız gerekiyordu. Seyahat plânımızı Londra-Brighton-Cambridge-Oxford-Edinburgh rotasına göre hazırlayıp, seyahat edeceğimiz yerlerdeki kalacağımız otelleri belirledik ve booking.com üzerinden rezervasyonlarımızı yaptık. Her ne kadar İngiltere’de ulaşım ağı çok gelişmiş de olsa, özellikle seyahatiniz için sınırlı bir vaktiniz varsa, şehir merkezine veya İngiltere içinde trenle seyahat edecekseniz, tren istasyonuna yakın bir otelden rezervasyon yaptırmanızda fayda var. Otel rezervasyonunu hem İngiltere’ye vardığımızda kalacağımız otellerde yer bulamama ihtimaline karşın, hem de vize başvurumuzda belirtmek için yaptık.
Otel rezervasyonumuzu yaptıktan sonra sıra geldi vize başvurumuza. Vize başvurumuz için gerekli evrakları hazırladık, evrak tercümelerimizi yaptık, yaptığımız uçak rezervasyonlarını da ekledik ve “Teleperformance İngiltere vize başvuru merkezinden” randevumuzu aldık. Başvuru günü ve saati vize başvuru merkezine giderek, vize başvurumuzu da tamamladık. İşimiz vize başvuruları yapmak olduğu için, kendi başvurumuzu kolaylıkla ve eksiksizce yaptık. Başvurumuzu yaptıktan 13 iş günü sonrası vize başvurumuzun sonucunu teslim aldık ve vize başvurumuz onaylanmıştı. Şimdi geriye sadece uçak biletlerimizi satın alıp, İngiltere’ye seyahat etmek kaldı.
İstanbul Atatürk Havalimanından 22/05/2014 tarihinde Londra Heathrow Havaalanına doğru yola çıkmak üzere sabah erkenden yola koyulduk…
Londra
Dört saatlik uçak yolculuğumuzdan sonra, Heathrow Havaalanındaki Turizm Danışma Bürosu’nu bulmak ve metronun ( İngiltere’de metro yerine “underground” sözcüğü kullanılıyor ve bu da İngiliz-Amerikan İngilizcesi arasındaki en bilindik farklardan birisi) Piccadilly hattına binip, kalacağımız oteli bulmakta zorlanmadık. Şöyle ki, internetteki Londra hakkındaki bilgiler, yorumlar, öneriler ve resimler çok yardımcı oldu. Turizm danışma bürosunun nazik ve güler yüzlü görevlisinden alınan “London Underground Tube” haritasını kullanarak Londra’da gidilecek yerlere kısa sürede ulaşmak çok zevkliydi.

Camden bölgesinde Uluslararası St. Pancras istasyonunun bulunması ve birçok metro hattının bu istasyondan geçmesi nedeniyle, konaklamak için uygun bir bölgeydi. Havalimanından ayrılmadan güler yüzlü görevlinin de önerileri ile dört günlük Londra ziyaretimizi de plânlamış olduk, London Eye, Madame Tussaud müzesi ve London Tower ziyaretleri için havaalanında biletlerimizi aldığımız için hem indirimlerden yararlandık (1 kişi için, toplam 70 pound) hem de girişlerdeki uzun kuyrukları kısmen bertaraf etmiş olduk.


Kaldığımız otelden temin ettiğimiz Londra haritası (bunu kitapçılarda da bulabilirsiniz veya alternatif olarak akıllı telefonlarınızdaki navigasyon uygulamalarını kullanabilirsiniz) ve Underground Tube haritası gezimizi planlamada çok yardımcı oldu.
Madame Tussauds müzesi sabah 10:00’da açılmasına rağmen saat 09:00’da müze önünde çoluk çocuk büyük bir kalabalık vardı. Daha önce havaalanında biletimizi aldığımız için sadece giriş kuyruğuna girdik. Ziyaretçiler, bariyerlerin açılmasını beklemeden girilmemesi gereken alanda kuyruk oluşturmuşlardı. Neyse ki bu kuyruk uzun değildi ve hemen kapı açıldı. Her şey insanları eğlendirmek için düşünülmüş!
Gençler popstarların, ünlü sporcuların balmumu heykellerinin fotoğraflarını çekerken, bizim Atatürk, Einstein ve Newton’ın fotoğraflarını çekmemizi garipsediler galiba…




Madame Tussauds müzesinden sonra underground ile Tower Hill’e gitmeye karar verdik. Orada da uzun bir kuyruk vardı, ama herkes çok yardımcı ve güleryüzlüydü. Büyük bir kalabalıkta geziyorsunuz, her şey çok iyi organize edilmiş olduğu için kalabalık içinde olmaktan hiçbir rahatsızlık duymuyorsunuz. Bir bölümde kral ve kraliçelerin taçları ve bazılarının da iri taşları sergilenmiş. Muhteşem ışıklandırma altında, muhteşem görüntülere şahit oluyorsunuz…


İngiltere’nin havası çok farklı, insan sıcaktan ve aynı zamanda yağmurdan nasıl korunacağını bilemiyor. Etrafa baktığımda, parmak arası terlik üzerine kışlık mont giyenlerle, askılı incecik giysilerinin altına dize kadar deri çizme giyenler de var!
Hiçbir yerde aç kalınmıyor. Her yerde mutlaka yiyebilecek bir şey buluyorsunuz. Yolda yürürken özellikle yemek saatlerinde elindeki sandviçini yiyen insanlar görüyorsunuz, çünkü bir kafede oturup yediğiniz zaman (“dine” deniyor) 4.65 pound ise, bir başka yerde tüketmek üzere satın aldığınızda (takeaway) fiyat 3.85’e düşüyor. Domuz eti ve yağı bütün Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de çok yaygın. Bu yüzden oturduğunuz veya paket servis yaptırdığınız yerlerde bunu önceden belirtirseniz, yemek seçiminizi yaparken ona göre önerilerde bulunuyorlar.
Bu arada 2000 yılında Lancaster’de kaldığım dönemden artan harcayamadığım ve sakladığım bozuk paraları da rahatça harcadım. Önce bir satıcıya durumu anlattım, “hiç önemli değil” dedi. Sonra hepsini tükettim, hatta yenileriyle bile değiştirmeye başladım. Bu da İngiliz ekonomisinin sağlam temeller üzerinde olduğuna bir kanıt aslında… Bileti önceden alınmış etkinliklere yetişebilmek için çok hızlı olmak gerekiyor. Ben de çok çaba gösterdim. Londra’da yürümedim adeta koştum diyebilirim. Her bir etkinlik için gidip gelme, kuyrukta bekleme dahil olmak üzere 3-4 saat ayırmalısınız. London Eye 10:00’da açılıyor, ben yine 09:00’da orada olmama rağmen kuyruk oluşmuş bile… Fransız öğretmenler bir grup ortaokul öğrencisini getirmişler. Kapılar açıldığında, onlar gruplara ayrılan bölümden içeri girerken, ben daha önce biletimi aldığım için kısa bir işlemden sonra biniş kuyruğuna katılıverdim, fakat yine de önümde 60 kişi vardı. Her bir tüpe yaklaşık 30’ar kişiden toplam 1000 kişi binebiliyor ve 3600 dönüş yapılarak toplam 30 dakika seyahat ediliyor. Önce yukarılardan muhteşem Londra manzarasını kaçırmadan fotoğraf çekebilmek için tüpün içindeki 30 kişi adeta yer kapmaya çalışıyor, sonra hem manzarayı seyretmek hem de fotoğraf çekebilmek için yeterli zaman olduğunu kavrayıp, harika görüntünün tadını çıkarıyorsunuz…




London Eye’ın bulunduğu alanda bir eğlence merkezi var ve burada Kıbrıslı bir işadamının bir yıldır işlettiği fiyatları makul bir lokantada yediğim fish&chips in tadı harikaydı, porsiyonları biraz büyük olmasına rağmen çok acıkılarak gidildiğinde, patates kızartmalarının hepsi de dahil olmak üzere afiyetle yenilebiliyor…
London Eye’dan sonra Thames nehri üzerinde büyük motorlarla yapılan geziye katıldım, kendimi paltom ve atkımla sarıp sarmalamama rağmen çok üşüdüm. Fakat birçok kişinin üzerinde şortlar ve incecik kıyafetler vardı, çocuklar bile çok az giyimliydi. Ben onları göz ucuyla süzerken daha çok üşüdüm. Gidiş-dönüş iki saatlik gezide Greenwhich’e kadar gidiliyor.

Rehberimiz yolda zenginlerin oturdukları semtleri de gösterdi. Burada evler çok düzenli, nehirden bakıldığında sıra sıra görünüyor, 5 veya 6 katlı, hepsinin rengi aynı, balkonları ancak birkaç tane çiçek saksısı alacak kadar küçük. Böylesi bir yağmurlu iklimde büyük balkon ne işe yarar zaten? Thames nehri akarsu gibi değil, çamur renginde, çünkü altı çamur imiş, o nedenle somon balığı çok yetişirmiş. Gemi gezisinden sonra, Buckingham Sarayı, Diana Memorial ve Oxford caddesine zamanım az kaldığı için yine koşturdum. Oxford caddesine geldiğimde saat 18:00’i geçiyordu. Caddenin canlılığı kaybolmuştu. Üstü açık gezi arabalarıyla şehir turu almak isterdim, fakat 2.5 saat sürüyormuş. Umarım bir daha ki sefere bunu yaparım!..

Hyde Park, Diana Memorial, Buckingham Sarayı ve Parlamento Binası çok etkileyiciydi. Buckingham Sarayı önünde sabah koşu varmış, yolları tellerle çok düzgün bir şekilde kapatmışlar. İhtişamlı saray daire şeklinde kocaman bir alanın bir tarafında görkemli demir parmaklıklı kapının hemen ardında bulunuyor.

Sarayın bir yanında halka açık geniş bir alana yayılmış Green park var. Göz alabildiğine yeşilliklerin arasında yürüdükten sonra, Green parkın diğer ucundaki Diana anıtına ulaşılıyor. Daire şeklinde beton bir zemin üzerinde küçük bir şelale oluşturmuşlar, insanlara hüzün verirken, bir taraftan da çocukların çıplak ayaklarla suda oynaması insanı neşelendiriyor.



Brighton
Yoğun ve bol hareketli Londra keşfinden sonra, sabah otelden çıkıp yürüyerek 09:10’da St. Pancras istasyonundan kalkan Londra-Brighton trenine yetiştim. Ulaşımımın hiç bu kadar kolay ve ucuz (9.90 pound) olabileceğini düşünmemiştim. İki gün önce Londra merkezindeki bir turizm danışma bürosundaki görevli, “önce St. Pancras istasyonundan Victoria metro hattı ile Victoria istasyonuna gideceksin, orada hat değiştirip Brighton’a gidebilirsin” demişti. Bu sabah otelden ayrılırken resepsiyon görevlisi St. Pancras istasyonundan 45 dakika-1 saat içerisinde doğrudan ulaşabileceğimi söyleyince çok şaşırdım. İyi ki onunla sohbet etmişim. Şu anda trendeyim. Yol boyu çok şirin, bakımlı küçük köylerin yakınından geçiyor trenimiz… Brighton deniz kenarına kurulmuş olduğu için Karadeniz’in sahil yerleşim birimlerine çok benziyor, Denizin biraz ilerisinde tepeler başlıyor. Sahilden bakıldığında yollar boyunca tepelerin yüksek seviyelerine kadar mağaza ve dükkânlar bulunuyor bir tarafta. Harita yardımıyla kalacağım otele en kestirme yolu saptadığım için bu defa yanıldım. En kısa zannettiğim güzergâh için bir tepeye tırmanıp tekrar inmem gerekiyormuş. Halbukì haritada daha uzun görünen diğer yoldan yokuş inip çıkmadan gidiliyormuş otele… Londra’dan itibaren yağmur bir an olsun durmadı, öğlenden beri de Brighton sokaklarındayım. Brighton Pier ve diğer tarihi yapıların fotoğraflarını çekmek imkânsız, o kadar yağmur yağıyor ki. Ben de İngilizler gibi yağmura pes etmeyip bir saniye oturmuyorum. Dikkatimi çeken şey; insanlar yağmur altında ayaklarında sandaletleriyle dolaşırken ve ayakları ıslanırken, halkın kullandığı tüm tuvaletlerde ellerini yıkadıktan sonra musluğun yan kollarından kuvvetli bir hava püskürtmeyle ellerini dakikalarca kurutması oldu… Ayaklarını ıslatıyorlar ama eller yıkadıktan sonra çok uzun süre kurutuluyor hava püskürtme ile… Mayısın son günleri ve Brighton çok soğuk. Hem denizden gelen rüzgâr, hem yağmur soğuğu, adeta içim titriyor, kışın bile Türkiye’de bu kadar üşümemiştim. Yolların asfaltları engebeli yapılmış, orta kısım biraz yüksek kaldırımlara doğru yaklaştıkça eğimi biraz artıyor. O nedenle bu kadar yağan yağmura rağmen hiç su birikintisi olmuyor. İnsanlar yağmuru öyle kanıksamışlar ki sanki yağmur yağmıyormuş gibi davranıyorlar. Hava kararmak üzereyken yağmur altında yürüyüşe çıktım, iki saat ucu bucağı görünmeyen sahilde muhteşem bir yürüyüş yaptım. Bir elimde şemsiye ile fotoğraf çekmeyi becerebildim. Hava kararmak üzereyken, manzarayı kaçırmak istemedim!..



Brighton bir sahil şehri, kraliçe ve ailesinin yazlıklarının olduğu bir yer. Çok güzel ve aynı zamanda da çok doğal, eski şatafatlı binalar, sahilde turistik şık otellerin yanı sıra muhteşem upuzun bir sahil, sahil kenarında heybetli İngiliz evleri ve otelleri var. Yan yana oteller dizili olsa da, adlarının sonuna “Hotel” kelimesi eklenmemiş. Bu yüzden adres ararken yanıltıcı olabiliyor. Fakat her an yağmur yağıyor. İnsanlar ıslak kumların üzerinde yağmur altında sırılsıklam koşuşup eğleniyorlar. Deniz Londra’da olduğu gibi çamur renginde… Burada her gün yağmur yağarmış, zaten geleli beri soğuktan adeta içim donuyor, otelde kalorifer yanıyor!.. Sabah kahvaltımda tam İngiliz kahvaltısı denen büyükçe bir porselen tabakta birkaç kaşık sıcak kuru fasulye yemeği, kızartılmış mantar, yağda pişirilmiş yumurta, patates ve sebze pane var… Vejetaryen olmayan kahvaltıda ise domuz eti ve ürünleri (pastırma ve sosis gibi) bulunuyor. Kahvaltı salonu bodrum katında, ama yine de manzara çok güzel, bu yağmurda her yer yemyeşil bir örtü ile kaplanmış gibi görünüyor… Türklerin çalıştığı kebapçıda tavuk ızgara yedim, Türk olduğum için bana öğle yemeğini ikram ettiler. Türk misafirperverliği kendini her yerde gösteriyor. Keyifli bir sohbetten sonra oradan ayrıldım.
Cambridge
Brighton’dan Cambridge’e trenle geçiş maceralı oldu, mesafe kısa ama birkaç hat değiştirmek zorunda kaldım. Trenle Brighton’dan Londra’daki Victoria istasyonuna geliniyor. Gürültücü bir genç grubuyla aynı vagondayım, sürekli yüksek sesle konuşup kahkaha atıyorlar. Göz ucuyla bana bakıp rahatsız olduğumu anlasalar da umursamıyorlar, aynen gürültüye devam… İngiltere’de hem trene binerken hem de inerken kartlı geçiş yapılıyor, o nedenle yolculuk sırasında biletinizi saklamanız gerekiyor. Cambridge’e giden tren Totemham Hale istasyonundan kalktığı için hat değiştirip Victoria Hattı ile Seven Sisters istasyonuna geliniyor. Orada tombik, yaşlı bir görevli önce garip bir şekilde baktı. Telaşıma rağmen kendisine çok kibar yaklaşınca beni elleriyle Cambridge trenine bindirdi. Tren kalabalık değildi, yan tarafımdaki koltukta mavi kazak giymiş, yedek bir mavi kazağını küçük valizinde taşıyan, mavi kılıflı telefonuna, mavi çerçeveli gözlüğüyle bakan, orta yaşlı mavi gözlü bir kadın önündeki gazete yığınlarını tek tek okuyup bazı bölümlerini yırtıp alıyordu. Herhalde 1 saat boyunca ben de çok baktığım için yolculuğun sonuna yaklaşırken, “benim işim bu” dedi, ben de “gazeteci misiniz?” diye sordum ve yanılmadığımı anladım… Londra Heathrow havaalanında ve Brighton tren istasyonunda, Turizm danışma bürosu olmasına rağmen Cambridge’de şehir merkezinde idi. O nedenle Londra ve Brighton’da şehir haritalarını temin edebildiğim için otellerime ulaşmak çok kolay olmuştu. Cambridge’de ise hafif panikleyerek, bir görevlinin “taksiye bin” uyarısına (kaldığım otelin yerini bilmedikleri için, halbuki Türkiye’de otel rezervasyonlarımı yaparken tren istasyonu yakınlarını tercih etmiştim) rağmen biraz yolumu uzatarak otelimi buldum. Eski bir evin çok sevimli bir çatı katı, yeni yapıldığı hemen anlaşılan pırıl pırıl banyo ve tuvaleti var. Gece tavandaki pencereden gökyüzünü seyrederek uyudum. 2000 yılında hep böyle evlerde konaklamak istemiştim, 14 yıl sonra dileğim gerçekleşti. Karnım acıktığında kendimi yine bir kebapçıda buldum. O da Aksaray’lı imiş. Zaten kebapçıların Türk olmama ihtimali çok düşük! Cambridge’de üniversiteler gerçekten çok etkileyici, tarihi ama bakımlı binaları, kurulu düzenleri ile her şey çok farklı!.. Halk belirli izinlerle üniversiteleri geziyor. Bu dönemde öğrencilerin sınavları olduğu için ziyaretçilerin içeriye girmeleri sınırlanmış. Bazı okulların kapılarında cüppe giymiş görevliler ziyaretçileri karşılıyor…


Burada şehir haritası 1.5 pounda satılıyor. İyi ki almamışım, çok kısa sürede şehrin yapısı kavranabiliyor. Tren istasyonu civarından, çok kısa olmayan ana cadde üzerinden şehrin merkezine ulaşılıyor. Daire şeklinde bir alana kurulmuş olan şehir merkezinde; hem alışveriş yapılan mağazalar, üzerinde gezilerin yapıldığı kanal, müzeler, üniversiteler hem de karnınızı doyurabileceğiniz yerler var… Cambridge’de şehir turu 2.5 saatte tamamlanıyor. “Hop on Hop off gezi”, üstü açık arabalarla yapılıyor. İstediğiniz durakta binip, istediğinizde inip bir süre dolaşıp, tekrar daha sonraki otobüslere binebiliyorsunuz. Gün boyu biletiniz geçerliliğini yitirmiyor. Şoförler çok yardımcı, kibar davranıyorlar, kulaklık verdiler gezi boyunca görevlilerin anlatımlarını duymak için… Kanal gezisi de çok etkileyiciydi, fakültelerin arasından da geçiliyor salın üzerinde süzülerek, kaptanımız bir elinde kürek espriler yaparak bizi bilgilendirdi. Gezinin sonuna doğru ani bastıran yağmura karşı hepimiz hazırlıklıydık, bir anda bütün şemsiyeler açıldı, şemsiye altında gezimize devam ettik, bir süre sonra yağmur, başladığı gibi aniden kesiliverdi ve güneş açtı…

İngiltere’ye gelip de Barbour palto almamak olmaz deyip adı Jack Willis (burada çok meşhur, sahibi de herhalde çok zengin, gezdiğim şehirlerin alışveriş için en güzel konumlarında mağazaları var) olan mağazadan kışlık bir palto aldım. Yorgunluktan vergi indirimi formunu istemeyi unutmuşum. Ertesi sabah hatırladım ve uzun boylu, iriyarı ama çok kibar bir görevli formu verebileceklerini söyledi. Acaba gerçekten en uygun paltoyu mu aldım diye tekrar göz gezdirirken, bu sabah paltonun fiyatında indirime gidilmiş olduğunu fark ettim. Görevli paltonun bu sabah indirime girdiğini söyleyerek kat sorumlusu ile görüşüp durumu düzeltebileceğini söyledi. Çok kısa sürede hem 50 poundu kredi kartıma iade ettiler, hem de vergi indirimi formumu düzenlediler. Yaşasın medeniyet!… Bu cesaretle Cath Kidson’da da (Hem Brighton hem Cambridge’deki) geçmiş günlere yönelik vergi indirimi formlarımı satıcıların nazik davranışları eşliğinde aldım… Cambridge’dan Oxford’a ulaşım; hem şehir merkezine yakın, tren istasyonuyla şehir merkezi arasındaki bir duraktan kalkan National Express otobüsleriyle, hem de trenle yine Londra aktarmalı olarak yapılabiliyor. Tren yolculuğu bu defa avantajlı değil, çünkü aktarmalar da hesaba katılırsa otobüsle hemen hemen aynı zamanda, 3.5 saatte ulaşılıyor. Üstelik tren yolculuğu yaklaşık iki kat daha pahalı!..

Oxford
Oxford’daki National Express otobüs durağı çok küçük, ancak bir iki otobüs sığabiliyor, şehir haritası bulmayı umut ettiğim tren istasyonu da epey uzakta… Daha sonra öğrendim ki, Oxford’da da Turizm bürolarında bedava şehir haritası verilmiyor. Ben şehir haritası olmayınca kendimi çok eksik hissediyorum. Baktım olmayacak, bir taksiye binmek zorunda kaldım. Bindiğim anda bir trafik başladı, sürekli gösterge atıyor. Telaşlandım, taksiden inmek istedim, tabii şoför izin vermedi. Yol çalışmaları var, bazı yollar kapalı, o nedenle çok vakit kaybettik. Cornerways Guest House’a gelince tüm gerginliğim sona erdi. İri yapılı, hareketli, güler yüzlü bir kadın eşiyle birlikte (eşinin hiç katkısı yokmuş ve sadece bahçe ile uğraşıyor görünüyor) evlerini turistlere açmışlar. Evin hanımı Carol, her şeyi mükemmel yapmış. Önce benim ismimi sordu, dikkatlice tekrarladı, iki gündür bir Türk’ten daha güzel telaffuz ediyor ismimi. Sürekli bana ismimle hitap ediyor, bir kere sordu ve ezberledi. Bahçesi de çok bakımlı, mevsim nedeniyle de olsa gerek, her renk çiçek var. Evin içi modern dekore edilmiş ve mükemmel. Evin odaları otel odasına dönüştürülmüş, yatak ucuna bir bölme yapılmış, buraya tuvalet yerleştirilmiş, karşı duvarda bu bölmenin karşısına gelecek şekilde lavabo, yatağın karşısında camın kenarında ise duşa kabin bulunuyor. Duştan sonra, biraz televizyon seyrettikten sonra uyuyakalmışım. Bu kadar mükemmellik içinde eksik olan sadece fiş adaptörünün olmamasıydı, acaba sorsam onu da bulur muydu?..

İngiltere’nin en sıcak kenti Oxford mu acaba, yoksa sıcak ve yağmursuz bir gün buraya mı denk geldi? Sabahın erken saatlerinde bahçe ve bitkiler pırıl pırıl görünüyor. Sevimli kapalı bahçeye kahvaltı için indiğimde, bir masada Tayvanlı iki çift oturuyordu. Yaşlı olanlar karı-koca ve onların oğullarıyla gelinleri idi. Carol, ev sahibi olarak hepimize çok sıcak davrandı, yanılarak klasik İngiliz kahvaltısı istediğimi söyledim. Tayvanlı aile ise geleneksel olan, önce bol miktarda sütle karıştırılan mısır gevreği istedi. Tabi sonradan pişman oldular.J Kocaman kâsede mısır gevreği gelince ve de üzerine sütü boca edince ardından gelen tabağa midede yer kalmıyor. Ben Cambridge’deki otelden deneyimli olduğum için mısır gevreği istemeyip, doğrudan kahvaltıya geçmek istedim. Kocaman kahvaltı tabağında nar gibi kızarmış domuz sosisi, yine bol yağda kızarmış domuz eti pastırması da vardı. Önceden uyarmadığım için çok özür dileyerek domuz ürünlerini tabaktan uzaklaştırdım. Sonra kızarmış ekmeklere bolca yağ ve reçel sürerek, afiyetle yedim… Karşımdaki masada son derece estetik bir şekilde dizayn edilmiş muzlar, bahçede yetiştirilen lezzetli çilekler, üzümler bana bakıyordu, onlardan da tattım. Kahvaltı sonrası bu bahçede kalıp uzun saatler çay içmek istedim, fakat Oxford’daki son günümdü ve gezmeyi planladığım yerler vardı.

Carol, bana ilk sabah domuz ürünleri yediremediği için ertesi sabah ekmeği kızartıp üzerine kimbilir kaç tane yumurtayla sütü karıştırarak yaptığı menemeni doldurmuştu, bir de iri domatesleri ikiye bölüp kızartmış, olmuş meşhur İngiliz kahvaltısı. Klasik İngiliz kahvaltısında patates pane ve peynir pane de var, ama o koymamıştı… Şehir merkezine kadar 30-40 dakika yürünüyor. Tower’ın tepesine çıkmak için helezonik 99 merdiven tırmandım ve sonuçta işte Oxford şehir manzarası… Merdivenler dar, ancak bir kişi sığabiliyor, o nedenle yukarıya çıkanı veya aşağıya ineni belli aralıklarda beklemek zorunda kalıyorsun. Sonra şehir merkezinde alışveriş yaptım, çok isabetli şeyler aldığımı düşünüyorum. Oxford da bir üniversite şehri, fakülteler şehir merkezi yakınlarına dağılmış, aralarında çok bakımlı sokaklar var…


Öğlen Morton’da sandviç yedim. Mozerellalı sıcak sandviç diyorlar. Mozerella peynirini koymuş ekmek arasına, ardından bildiğimiz tost yapmış, sıcak olunca yanlardan peynirler taşmış. Ardından Hotter mağazasına girdim. Kasadaki genç, tombul kadın beni dikkatle inceledikten sonra alışverişime çok yardım etti. Kendisinin Türk’le evli bir yeğeni varmış, damat Türkiye’nin güneyindenmiş. Kendisini o kadar kanıksamışlar ki, adı Levent’miş onlar Fred diye hitap ediyorlarmış, yani onlardan biri olmuş. Sabah sabah beni çok güldürdü. Elimde alışveriş paketleri de olunca, ilk defa bugün otele erken dönmek istedim. Kafamda o güzel bahçede çay içmek vardı. Yine 30-40 dakika yürüdüm. Fakat hafta sonu olunca ev sahiplerimiz de her tarafı kapatıp gitmişler. Bu güzel havada odada vakit geçirmek olmaz, yorgunum da, tekrar şehre yürüyemem. Bu defa otobüs denedim. 1’er pounda gidip gezip geldim… Bugün Cumartesi, nehir kenarında kik yarışları var, bir tarafta geniş yeşil alanlarda bembeyaz giysileriyle sporcular golf oynuyorlar.

Sakin ve güzel bir şekilde eğleniyorlar. Kalabalığın arasına birkaç evsiz de bir araya gelerek karışmış, yoldan geçenlere fazla rahatsızlık vermeden laf atıyorlar. Yine de kendi aralarında eğlenmeyi biliyorlar!.. Bir gün önce yorgunluktan olsa gerek yolda evsiz bir gence çarpmışım. Önce fark edemedim, Bana “f.ck you” diye bağırırken anladım, özür dileyince hemen söylenmeyi kesti. Oxford’a geldiğim gün aldığım Oxford-Edinburgh tren biletim bir elimde, diğer elimde daha da ağırlaşan valizim ile Oxford’da tren istasyonuna şehir içi otobüsle ulaşmam hiç zor olmadı. Tren bileti tahminimden pahalıydı, oysa ki Türkiye’de iken incelediğim fiyatlar daha uygundu. Açıkçası birkaç hafta önceden internet üzerinden tren bileti almak istememiştim.
Edinburgh
Oxford’dan Edinburgh’a doğrudan giden bir tren hattı yok, Birmingham’da hat değiştirmek gerekiyor. Biraz telaşlansam da, sorunca çok yardımcı oluyorlar. Yüküm biraz ağırlaştı alışverişler sonrasında… Arka sırada oturan yaşlı bir çift, eşyalarımla boğuştuğumu görüp, valizimi yerleştirmem için yardım ettiler. İyi ki, onlarla anlaşabiliyorum. Yolculuk çok uzun sürüyor (6.5 saat civarında), otobüs yolculuğu ise çok daha uzun. Birmingham’dan sonra Edinburgh’a kadar sırasıyla Sheffield, Leeds York, Darlington, Durham, Newcastle, Morpeth ve Dunbar geçilecek. Edinburgh’ a yaklaştıkça göz alabildiğine yeşillikler karşımıza çıkıyor, koyunlar otluyor, yol boyunca sürekli insanlar inip biniyor trene, yolculuk çok hareketli geçiyor… En uzun yolculuğu galiba yanımdaki yaşlı hanımla ben yapıyorum. Yanımda birkaç tane hazır sandviçlerden yedi, bunlar hiç mi yemek yapmazlar acaba?.. Oysaki televizyonda yemek programları da var. Ediburgh’a yaklaştıkça, daha çok insan trene binmeye başladı. İnsanların yüzleri, bakışları, giyim tarzları, hareketleri birden değişiverdi. Kıyafetler çok değişik ve saçma… Önümde oturan gençten bir kadın yarım çizme, üzerine kısa dar kot pantolon, onun üzerine ince poplin, askılı bir elbise giymiş, tabii ki iç çamaşırının tamamı dışarıdan görünüyor, o kadar açık ki. Paltosunu bir türlü giymiyor, paltosunun etekleriyle kollarını kapamaya çalışıyor, tren bir hayli soğuk çünkü… Bir süre sonra akıl edebildi, ayrı telden çalan bir kumaş yağmurluğu giydi de üşümekten kurtuldu. Elimdekiler ağır, üç gece konaklayacağım Pallocks Hall biraz uzak, taksiyle 6.5 pounda ulaştım. İskoçlar da İngilizler gibi çok yardımcılar, tren istasyonundaki görevliye “Pollocks Hall” yerine “Hallocks Poll” demişim, gülümseyerek ama hiç düzeltmeden nazikçe yerini tarif etti. Üniversite şehrin eski kısmında ama yurtlar daha ayrı bir yerde, Hollyroad Park’ın eteklerinde…

Pollocks Hall, üniversitenin öğrenci yurtlarının da içinde bulunduğu birkaç tane tarihi ve çok şık misafirhanenin de bulunduğu bir kampüs, üniversiteden biraz uzakta, yer müsait ise turistler de konaklayabiliyorlar. Bu hafta elektronik mühendisliği konusunda uluslararası bir sempozyum varmış, birçok ülkeden araştırma görevlileri, öğretim üyeleri de geldiler. O nedenle belki de açık büfede sabah kahvaltısı çok zengindi. Bir sabah kahvaltıya çok erken gittim, İskoç olduğu belli olan bir üniversite hocasıyla kapı açılıncaya kadar sohbet ettik. Masaya yerleşip, bir kendi kahvaltı tepsime bir de o İskoç hocanın tepsisine göz ucuyla baktığımda, biraz utanır gibi oldum. Onun tepsisinde sadece sütlü mısır gevreği vardı. Belki hastadır, yiyemiyordur diye düşünmeye başlamıştım ki, kahvaltımı bitirip tepsimi iade ederken bizim İskoç hoca mısır gevreği sonrası tepsisini alabildiğince doldurmuş ve de afiyetle kahvaltısının ikinci bölümünü yapıyordu!.. İngiliz kahvaltısı işte bu, başlangıcıyla sonu insanı şaşırtıyorJ Resepsiyondan bir anahtar bir de plastik sensör verdiler. Öğrenci yurdu olan Baird House binasına geldiğimde dış kapıyı sensörle açtım fakat hantal asansör bir türlü çalışmıyor. Kaç defa denediysem de olmadı, mecburen 3 kat merdiven çıktım eşyalarla… Yurt odası benim daha önce kaldığım Lancaster’deki yurda benziyor, ama daha temiz ve odalar daha büyük. Sonra karnımın acıktığını hissederek, sandviç alıp yeşillikler arasında banklarda oturup yemek istedim. Aniden bastıran yağmur buna izin vermedi, tekrar 3 katı tırmandım. Akşam üzeri vaktimi değerlendirmek için şehri gezmeye çıktım, nihayet hava 22:00’de kararıyor. Yani 4 defa 3 katı in çık yaptım. Görevlilere asansör çalışmıyor dedim. Alışmışlar, zaten sık sık arızalanırmış. Uzunca bir yürüyüşten sonra Edinburgh kalesine ulaştım. Gezdiğim yerler hep eski geldi, çok beğenemedim, neden burada 3 gün kalmak istedim, yanlış plan yaptım diyerek üzüldüm, Edinburgh burası mıymış diye hayıflandım. Fakat yurda geri dönüp, haritaya bakınca şehrin eski kısımlarında gezinmiş olduğumu anladım. Akşam üzeri olması, kalabalığın nispeten azalması da beni tedirgin etti. Ertesi gün biraz da dinlenmenin etkisiyle Edinburgh’un da çok güzel bir şehir olduğunu kavradım. Hollyroad Park’ta saatlerce sabah gezintisi yapmak, denize paralel tepelerin iki tarafında kurulmuş şehri ve deniz manzarasını seyretmek doyumsuzdu. Edinburgh da deniz kenarında kurulmuş, ama Brighton’daki kadar üşümedim, hatta hiç üşümedim diyebilirim, ya İngiltere havasına alıştım, ya da tepelerin denize değil, karaya bakan korunmalı kısmında olduğum için hava üşütmüyor olabilirdi… Edinburgh’da değişik geziler var, Scottish National Gallery, Edinburgh Royal Botanic Garden, Palace of Holyroad House’un görülebileceği Edinburgh World Heritage turu aldım. Botanik bahçesinde “hop on hop off” dan inerek, geziye bir süre ara vererek şık bir restoranda doğal yeşillikler ve kuş sesleri arasında kibar, orta yaşlı İngilizlerle yemek yemem çok zevkliydi. Eskisinden hiç ayırt edilemeyen yeni şehrin planlanıp kurulduğu bölgeye yakın bir caddede Graham Bell’in yaşadığı evin iki köşesinde de cep telefonu satan birer dükkân vardı. Tur rehberimiz bunu espriyle anlattı. James Bond ve Tony Blair’in de eğitim gördüğü okul, yıllık 27.000 poundmuş. Şehir merkezinde Sherlock Holmes hikâyelerinin yazıldığı Deacon Brodies Tavernası vardı…
Yolda karşılaştığım ve şehir merkezine kadar sohbet ederek bana eşlik eden bir kadın alışveriş için Royal Mile caddesinin daha iyi olduğunu, orada gerçek İskoç ürünlerinin bulunduğunu söyledi. İskoçya’da Çin malları Türkiye’deki gibi değil, kaliteli ve pahalı, Hint malları daha ucuz ve kalitesiz. Edinburgh’da eski moda ürünler bulunurken, Glassgow’da daha modern giysiler almak mümkünmüş. Ben yine de Royal Mile caddesi üzerindeki mağazalardan memnun kaldım, yaz sezonu olduğu için kışlık ürünlerde oldukça indirim yapılmıştı. Kaşmir atkı alırken dikkat etmek gerekiyormuş, sempatik, güler yüzlü, çok konuşkan bir mağaza sahibi “Made in Scotland” yazılı olmayanların Hindistan’da yapıldığını söyledi…
Waverly tren istasyonu yakınındaki Calton tepesinden de şehir manzarasını izlemek, Edinburgh kalesinin bulunduğu tepenin eteklerinde bulunan East Princess Street Gardens’da mesai saatinden sonra el ayak çekilince dinlenmek, muhteşem bitki örtüsünü seyretmek doyumsuzdu!..


Street Gardens civarında ve kaleye çıkan caddeler üzerinde turistleri cezbeden, değişik etkinliklere rastlamak mümkün, Geleneksel Kilt giysileriyle gayda çalan sanatçılar, bir mağazanın önünde şarkı söyleyen bir genç grubu, asla dilenci olmadığını belirtirken kendisini seyircilere bağlattığı kalın zincirlerden sistematik olarak yavaş hareketlerle kurtulan bir sokak göstericisi seyredilmeye değerdi… Edinburgh havaalanına ulaşım da çok kolay. Şehir merkezinde Waverley köprüsü üzerinden sabah 4:00’den 23:55’e kadar her on dakikada bir mavi renkli Airlink otobüsleri, gece ise farklı renkli Nightbus N22 Princess Caddesinden 00:15’ten 4:15’e kadar otuz dakikada bir kalkıyor. Son günümde biraz daha İskoçya’da olduğumu hissetmek amacıyla elimde tekerlekli valizimle yürüyerek havaalanına giden otobüs durağına gitmeye karar verdim. Havaalanı çok büyük değil, ama tanıdıklara hediye etmek için alınabilecek Edinburgh tatlıları bulunuyor. Aldığım eşyaların vergi indirimi formlarını görevlilerin isteklerine göre uzunca bir sürede düzenleyip, posta kutusuna atmak epey zaman alıcıydı, buna bir de son dakika alışverişleri eklenip uçak da vaktinden 15 dakika erken kalkınca, havaalanına erken gelmeme rağmen neredeyse uçağı kaçırıyordum. Son yolcu olarak uçağa binerken, nefes nefese koşarak yolculuğumu tamamladım… İngiltere’den döneli neredeyse 4 ay oluyor, her ay tek tek vergi iadelerim kredi kartıma iade ediliyor. Birkaç büyük olanı öderler sonrasını boş verirler diye düşünmüştüm ama yanılmışım…
Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere…